TARİHİN TEKERRÜRÜ
BU TOPRAKLARIN SÜREGELEN DRAMI, HÜZÜN DOLU HİKAYESİ, …
Yazının kaleme alınma amacı, geçmişle geleceğin, dünle bugünün benzerliğine hatırlatma yapmaktır. Yazının doğal akışı, ister istemez Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemine yoğunlaşmaya götürüyor. Çöküşe neden olan olay ve yorumları satır aralarında aktarmaya çalıştım. Bu konuda katılımcılığa ve görüş bildirmeye ihtiyaç var. Akl-ı selime ulaşabilmek, konu üzerinde müzakere ve istişare etmekle mümkün. Bazı söylemlerin üzerine ilave etmek etmek, bazılarının üzerini törpülemek gerekebilir. Bir tek akıl bunu yapamaz.
“Barika-i hakikat,müsademe-i efkardan doğar. (Hakikat parıltısı,fikirlerin çarpışmasından doğar.)” Bütün çaba, gayret öncülerden olabilmek. (Vakıa 56/10) Sonuç, başarı, ancak Allah’tandır. Tarihin tekerrürü denince, akla merhum M.Akif’in meşhur dizeleri geliyor;
“Geçmişten adam hisse kaparmış.Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? “ [Safahat, Yedinci Kitap]
İbn Haldun, “geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” diye tespit yapar. Said Halim Paşa da, tarihin devamlı tekrar ettiğini söyler. Toplumların geçmişi, geleceklerine ayna olmaktadır. Dünün davranış biçimi tekrarlandığında, bugün de aynı olmaktadır. “Şüphesiz insan için çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm 53/39)
Toplumsal olayların ne yöne seyredeceğinin insanlar tarafından kestirilememesi, ortalık toz duman olduğunda neyin doğru, neyin yanlış olduğunun o anda anlaşılamaması, tarihin garip cilvelerindendir.
Aradan yıllar geçtiğinde o konuda yazılanlar okunduğunda ve akl-ı selimle geriye bakıldığında olaylar netlik kazanıyor. Bulunduğu zamanı okumak, olayların ne yöne evrileceğini kestirebilmek, Cenab-ı Hakkın bir nimeti olmalı. Tarihin dikkatli takibi, bu açıdan önemli. Tarih hatırlamadır. İnsan hafızası unutkandır, hatırlatma yapmak fayda sağlar; “Sen öğüt verip
hatırlat. Çünkü, hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zariyat 51/55)
Resulullah(sav)’in vefat haberi ulaştığında,sahabe nasıl davranacağını bilemedi. Hz.Ömer celallenmişti, “Resulullah (sav) öldü” denmesini istemiyordu. Hz.Ebubekir vakarla karşılarına geçti ve Al-i İmran
suresi 144. ayeti hatırlattı müminlere. Bu hatırlatma onlara fayda verdi ve sükunet hakim oldu.
İşletmelerde genelde problem çözmeyle ilgili şu kural öğretilir; “Problem çözmede standart prosedür;
1) Mevcut durumu tespit et, tanımla 2)Kaynakları gözden geçir.”
Tarihçi Bernard Lewis ”Ortadoğu” adlı kitabında, 15.ve 16.yüzyıllarda Osmanlıların Avrupalıları, “hiçbir işi başaramayan ve bir işe yaramayan bir millet” olarak gördüğünden bahseder. Tarih kitapları, o devirlerde Müslümanlara göre onca geri kalmışlığına ve sefil bir hayat yaşamalarına rağmen, Avrupalıların bir aşağılık kompleksine kapıldıklarından bahsetmez. O devirlerde ortaya çıkan pek çok sosyolog, filozof, düşünce ve devlet adamı (Machiavelli, Bacon, Spinoza, Montesque, Hobbes, Cromwell,Descartes,J.J.Rousseau,Kant … vb), Batı’nın içine düştüğü bu
durumdan çıkaracak reçeteleri, felsefeleri ve hikayelerini yazarlar.Kendilerinden emindiler,çünkü
mevcut durumlarını iyi analiz etmişlerdi,kaynaklarını da iyi biliyorlardı. Onların hafızalarında “Roma
İmparatorluğu” vardı. Geçmişlerini inkar etmezler,”Şanlı tarihlerini (!)” düşünürler ve oraya
öykünürler, Osmanlıya karşı komplekse düşmeden.
19.yüzyıla gelindiğinde ise, bir işi başaramayan insanlar konumuna bu kez Müslümanlar düşmüştü.
Osmanlı aydını toplumun düştüğü durumu analiz edememişti.Kaynaklarını gözden geçirmek yerine
Batıyı taklide yöneldi.Aşağılık kompleksi aşağıdan yukarıya tüm toplumu esir almıştı.
Merhum Cemil Meriç’in tabiriyle “Müstağripler”, içinden çıktığı toplumun tarihi değerlerine açıktan
cephe alır ve,topluma da tek şey dayatır ; “Batılı değerleri kabul edin ve Batı’ya teslim olun.”
Üstad,kendi tarihinden tiksinen Müstağripler için şu tespiti yapar ; “Yeni tanıdıkları bir dünyanın
2
şaşaasıyla gözleri kamaşan hayalperest nesiller için medeniyet,bir teslimiyet veya bir taklittir.” (Cemil
Meriç – Umrandan Uygarlığa – iletişim yayınları – 2018 27.baskı s.83-84)
MAĞLUP DAİMA GALİBİ TAKLİT EDER (İBN HALDUN)
Osmanlı, Batı karşısında geriledi,yenildi ve çöktü.Mağlup tarafta olan Osmanlı aydınları ve taraftarları,
galip Batı’yı kayıtsız şartsız taklide yöneldi.İbn Haldun bu durumu şöyle tarif eder;
“Bunun sebebi şudur.Nefis daima kendisine galip gelen kimsede mükemmellik görür,ona inanır ve onu
taklit eder.Bu kendisine galip geleni ululadığından olmayıp, onun mükemmelliğe ulaştığı inancında
olmasından ileri gelir.Yenilen kimse,yanlış fikre kapılarak bütün hareketlerinde kendisini yeneni taklit
eder ve ona benzemeye çalışır.” (İbn Haldun Mukaddime 1- Çev. Dr. Arslan Tekin – ilgi kültür sanat
yayıncılık- 2018 4.basım s.325)
Avrupalıların ”kendi göbeklerini kendileri keserek” karanlıklarından çıkmalarına karşı.Osmanlı
aydınının taklide yönelmesini reddeden ve tehlikeli gören Said Halim Paşa bu konuda şöyle der;
“…Çünkü bu milletlerin hiç biri bizim yaptığımız gibi,komşusunun siyasi ve sosyal müesseselerini kabul
ve tatbik etmeye teşebbüs etmemiş,kendi ruhunu onunkine göre oluşturmaya çalışmamış,yahut kendi
manevi şahsiyetinden vazgeçip komşusunun fikir ve hareket tarzını tam bir teslimeyetle taklide
girişmemiştir… Bir memleketin müesseseleri ihraç maddesi olmadığı gibi,bunları ithal etmek de pek
utanç verici bir iştir.Bir ferdin veya bir cemiyetin düzelmesi,manen ve fikren yücelmesi, ancak kendi
gayretleri sayesinde mümkündür.” ( Said Halim Paşa – Buhranlarımız – İz yayıncılık 1991 s.56-57)
Jöntürklerden günümüze miras kalan anlayış ; “Avrupalılara yakın olup onların desteğiyle iktidara
gelindiğinde, yeni ve ileri bir medeniyete ulaşılabilir düşüncesiydi.”
Ümit Meriç,onların bu hayalperest anlayışına karşı Ahmet Cevdet Paşa’nın şu sözünü nakleder;
“Medeniyetler yoktan var olmazlar,daha eski medeniyetlerinin mirasına konarak gelişirler….Bir
medeniyetin başka bir medeniyete dönüşmesine imkan yoktur.” (Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet
Görüşü – Ümit Meriç Yazan – İnsan Yayınları 1992 s.60)
Gözünü karartıp körü körüne bir taklidin nelere yol açacağını Ahmet Cevdet Paşa şöyle tarif eder;
“…(Batıdan gelen) Medeniyet nehri ne kadar temiz ve hoş aksa da,bir çok zevk ve sefa çöplüğünü de
beraberinde getirir, iktidara zaaf verir,fıtrattan gelen ahlakı bitirir.(Kısas-ı Enbiya II,613. Cevdet
Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü – Ümit Meriç Yazan – İnsan Yayınları 1992 s.43)
Tarihçi Süleyman Kocabaş, Osmanlının güçlü olduğu zamanlarda Avrupalıların ruh halini şöyle tarif
eder; “.Kanuni Sultan Süleyman zamanında sırf Fransa’da Osmanlı devletini konu alan yılda 50 kitap
yazılırmış. Bunlar (Avrupalılar) hiçbir kimseyi kendilerinden üstün görmüyor,onları taklit etme ve
hayranlık duyma gibi bir ruh hali içinde değillerdi.Yani aşağılık duygusuna sahip değillerdi…Aynı
Devletin (Osmanlının) çöküş devrinde, kendi aydınlarının sömürgeci devletlerden medet umması,
tarihin tersine dönen garip bir cilvesidir.” ( Süleyman Kocabaş – İbretli Hatıralar – 1.baskı 2008 s.13)
Fethi Okyar,Alatini köşkteki görevi sona erip Paris’e askeri ateşe olarak giderken şu görüşlerini bizimle
paylaşıyordu ;“Millet ve devletlerin yaşayışlarının tercüme edilmiş kanunlar ve resmi tedbirlerle yeni
bir yola giremeyeceğine olan inancım,o günlerin mahsuludür.”( Üç Devirde Bir Adam A.Fethi Okyar –
Hazırlayan Cemal Kutay – Tercüman yayınları 1980 s.123)
Hayranlık,teslimiyet demekti.Batı hayranlığına düşenler,elindekini avucundakini vermeye hazır, aptal
aşık gibiydiler.Tarih kitapları,Afrika topraklarının Batılılarca nasıl ele geçirildiğinin hikayesini şöyle
yazıyordu;
3
” Misyonerler Afrika’ya geldiğinde bizim topraklarımız onların İncilleri vardı. Dua edelim dediler.
Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda, bizim incilimiz, onların toprakları vardı.” (Kenya’nın kurucu
devlet başkanı Jomo Kenyata, Batı ülkelerinin Afrika gelişini bu sözlerle dile getirmişti.)
Tarih kitapları,Abdülhamid tahttan indiğinde Osmanlı topraklarını, 7 milyon kilometre kare olarak
kaydeder. 10 yıllık İttihat Terakki iktidarı sonunda bu topraklar, 780.576 kilometre kareye düşmüştü.
Müslüman halka,Batıyı taklitin dayatılmasının kaçınılmaz bir kaos ve kargaşaya yol açacağını belirten
Halim Paşa şu gerçeği haykırır;
“…Bu gidişin sonu, ancak elem verici bir kargaşa ve bir siyasi anarşi olacaktır.Taklitçilik ederek bundan
başka bir sonuç alamayacağımızdan hiç şüphemiz olmasın.” (a.g.e s 58)
Taklit,hem utanç verici bir durum hem de asalaklıktır. Bu konuda şöyle der Halim Paşa ;
“Bizdeki Batı hayranları kendi muhitlerine olduğu gibi,o zihniyete de çok yabancıdır. Zihniyetleri de
Batı zihniyetine göre sadece bir asalak olmaktan başka bir şey değildir.Kendileri ise cemiyete karşı
ilgisiz kalmakla beraber yine onun sayesinde yaşıyorlar.Öyleyse bu bakımdan da cemiyetin sırtında
birer asalaktırlar.Daha da fenası Batı hayranı bu aydınlar,sahte ilimleriyle cemiyete verdikleri
zararlara son vermezlerse cemiyeti de Avrupa cemiyetinin bir asalağı haline düşüreceklerdir.” (a.g.e
70-71)
Taklit,Müslümanları bekleyen en büyük tehlikedir. Moğol vahşetinin, Müslümanların müşrik ve ehl-i
kitabı taklide yönelmelerinin sonucu olduğunu söyleyen İbni Teymiye, şu tespiti yapar;
“…Bu ümmetin bir çok devlet adamının Yahudi ve Hıristiyan sembolü olan adetlere kapıldıkları görülü-
yor.Yine öyle hükümdarlar görüldü ki,Zülkarneyn’e özenerek her sabah ve akşam boru çaldırmışlar ve
nüfuzları altındaki emirlere de benimsetmişlerdi.Allah(cc), onların başlarına Moğol kafirlerini musallat
etti,bunlar da hiçbir İslam beldesinde görülmemiş melanetler işlemiş ve sapıklıklar yapmışlardır.
Böylece Peygamber Efendimizin(sav),sizden öncekilerin geleneklerine kılı kılına uyacaksınız sözü
gerçeklik kazandı.” (İbni Teymiye – Sırat-ı Mustakim – Pınar Yayınları – 5.baskı 2006 s.166-167)
Merhum Elmalılı Maide suresi 59.ayeti tefsir ederken, ehl-i kitaba benzemenin ne büyük felaket
olduğuna dair uyarılarda bulunur;
“…Demek oluyorki bu ayet kitap ehline cevap verirken,ilk önce Müslümanlara bir derstir.Çünkü
Müslüman toplum olarak bu cevabı verebilmek için kuvvetli imana sahip olması ve çoğunluğun
günahkar olmaması lazım gelir.Yoksa Yahudi ve Hıristiyanların günahlarına iştirak edip de onlara
kendini beğendirmeye çalışmak veya onlara galip gelme ümidini beslemek,hem Hakka iftira, hem
de kendini rezil etmektir.” (Elmalılı Hamdi Yazır – Hak Dini Kur’an Dili – Azim Dağıtım 1992 cilt3 s.274)
Müslümanlar için yenilginin savaş meydanında olmadığını vurgulayan Alia İzzetbegoviç,şu muhteşem
tespiti yapar ; “Savaş, düşmana yenildiğin zaman değil, düşmana benzediğin zaman kaybedilir.”
İLMİYE SINIFININ DURUMU
Merhum Abdülhamid Han,sürgün yaşadığı Alatini köşkünün muhafızı A.Fethi Okyar’a bazı tarihi
bilgiler vermişti. Abdülhamid, Okyar’la yaptığı uzun konuşmalarından birinde Japon İmparatorunun
kendisinden İslam’ı Japonya’ya tanıtacak bir ilim heyeti göndermesini talep ettiğini söylüyordu.Şöyle
diyordu sabık Hakan;
“Şimdi size hicran olmuş bir hatıramdan bahsetmenin sırasıdır,beyefendi oğlum…Japon İmparatorluk
ailesine mensup bir Prens benden İslam dininin muhtevasını,iman esaslarını, gayesini felsefesini,
ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dini-ilmi heyet istiyordu….Pederim merhum Sultan
Abdülmecid’in büyük ümitlerle genişlettiği Tıbbiye için Avrupa’dan getirttiği ecnebi muallimlerden
ders alanların kafir olacağını söyleyen ulema,benim saltanatımda da yerindeydi …Mekteb-i Sultani
(Galatasaray) ve herkesin serbetçe okuyabildiği mekteplere bakınız.Nüfusa göre en az olan Türk
4
talebedir..Bilhassa Anadolu’da bu mekteplerde okumanın, selabet-i diniyeyi (dinin emirlerini yerine
getirmede sağlamlığı) zedelediği hala telkin ediliyor.Düşündüm ki,Japon İmparatorunun istediği
Müslüman Din alimleri kendi ülkemde olsa ve ben onları bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi
milletimin ve Halife yani Peygamberimizin vekili olarak İslam aleminin istifadesini temin ederdim…
Fakat Japon İmparatorunun istediği Müslüman Din Alimlerini yetiştirecek feyyaz menbalar artık
mevcut değildi.Medreselerimiz birer ilim-irfan kaynağı olmaktan mahrumdu.”(a.g.e s.102-103)
Alimin ölümü alemin ölümü gibidir.Bu hadise atıf yapan Cemil Meriç Keçecizâde İzzet Molla’nın
gazelinden bir alıntı yapar;
- Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihan harâb,
Eyler anı müdâhane-i âlimân harâb. - Bilmez ki iki kat yıkılur kendi halkdan,
İster cihân yıkıldığını hânüman-harâb. - A’mâl-i hayr süllemidir kasr-ı Cennetin,
Mümkin mi çıkma olsa eğer nerdübân harâb. - Herkesçe bilinir ki günaha dalmakla dünya harap olmaz,
Dünyayı alimlerin dalkavukluk etmesi harap eder. - Evi yıkık olan bütün dünyanın yıkılmasını ister,
Fakat bilmez ki kendisi başkalarından iki kat yıkılmıştır. - Hayırlı amel, cennet köşküne merdivendir.
Şayet basamak kırık olursa,köşke çıkmak mümkün müdür?
İslam tarihinde 5. Raşid halife olarak kabul gören Ömer bin Abdülaziz,halkın bozulan İslami yaşantısını
nasıl düzelttiği sorulduğunda, “Ulemayı ve Ümerayı ıslah ederek “ karşılığını vermişti.
Ancak ilmiyle amel eden ulemanın “Peygamber varisi” olabileceğinin altını çizen İbn Haldun,bu
konuda şöyle der; “Genel olarak zamanımızdaki alimlerin yaptıkları, ibadetlerle ve diğer hususlarla
ilgili şeri hükümleri sözlü olarak başkalarına aktarmaktan ibarettir.Onların çok az bir kısmı sözlü
olarak naklettikleri bu hükümleri hayatlarına aksettirmektedir.Oysa ilk Müslümanlar ve takva
sahipleri, şeriatı ve onun hükümlerini hayatlarında yaşamak suretiyle başkalarına aktarıyorlardı.
Bir kimsede her iki husus toplanırsa,alim odur,varis de odur.” (İbn Haldun Mukaddime1- Çev. Dr.
Arslan Tekin – ilgi kültür sanat yayıncılık- 2018 4.basım s. 473)
İmam Gazali ilmiyle amel etmeyen alimleri,dünya alimleri olarak niteler. ”El Munkizü Mined Dalal”
adlı eserinde Gazali,toplumda imanın zayıflamasına yol açan sebepler arasında, alimlerin dünyaya
yönelmesini,halkın da onları taklit etmesini gösterir.Bu konuda şöyle söyler Gazali;
“Gerçek alim ancak yanılarak günah işleyebilir,hiçbir zaman ısrarlı şekilde günaha girmez.Çünkü
gerçek ilim,günahın öldürücü bir zehir ve ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu öğreten ilimdir.
İlmin bu çeşidi,çoğu kimsenin dirsek çürüttüğü ilim dallarından elde edilemez.Bu yüzdendirki bu ilim
adamlarının ilimleri,sadece Allah’a karşı gelme konusundaki cüretlerini artırır.Oysa gerçek ilim,
sahibinin Allah’tan daha çok korkmasını,O’na daha çok umut bağlamasını sağlar.Bu tutum da, alim ile
günah arasına giren bir engel olur.” (İmam Gazali El Munkizü Mined Dalal – çev.Salih Uçan – Kayıhan
yayınları – ekim 2019 s.193)
(EZELİ) DÜŞMANLARLA AYNI SAFTA OLMANIN SONU ; (KÜLTÜREL) ESARET VE YIKIM.
Nasreddin Hoca bodrumda kaybettiği yüzüğünü dışarıda arıyordu.Sebebini soranlara, orası (bodrum)
karanlık diye karşılık veriyordu.Osmanlı aydını toplumun sorunlarının çözümünü, İngiliz ve Fransız
elçiliklerinde arıyordu.Yabancı elçilikler Osmanlı aydınının adeta ikinci evleri gibiydi.
Aynı zamanda bir hekim olan Dr.Rıza Nur,içine düştükleri bu hali şöyle anlatır; “…Talebeden ahaliden
birkaç kişi beni tutup omuzlarına aldılar.Nereye dediler,Beyoğlu’na İngiliz Sefarethanesine
5
dedim.Artık ben,talebe ahali deli gibi olmuş bağırıyorduk.Zannediyordumki İnglilizler bize yardım
eder, Meşrutiyeti yaptırır.Gece bir nutuk hazırlamıştım, avucumdaydı. İngiltere’ye Türk’ün dostluğu
ve duasını söylüyordum. Diyordum ki,Dünyanın denizlerini İngiliz donanması doldursun,sonra da
İngiltere Türk’ün hürriyetine yardım etsin.Bu nutku okudum ve sefarethaneye teslim ettim.Otuz
yaşında doktor, profesördüm ama ne saf çocukmuşum.Bir devlete böyle bir dua ile yardım
ediverirler mi?Bütün Türk Milleti işte böyle saf, cahil ve dünyadan bihaberdik.” (Hayat ve Hatıratım
Cilt1 Dr.Rıza Nur Kendini Anlatıyor – Abdurrahman Dilipak -1992 – İşaret yayınları s.253-254 )
Osmanlı aydınları,mümeyyiz vasıflarını yitirmiş gibiydiler. Okumuştular, ama cahil gibiydiler. “Akıllı
düşman, cahil dosttan yeğdir.” sözünün muhatabıydılar.Dr.Rıza Nur hatıratında, Arnavutları isyana
teşvik ettiğinden bahsediyor,bunu da Türklük adına yaptığını söylüyordu.(a.g.e s.311)
1908’de utanç veren bir olay yaşandı,yapılan iş çok onursuzcaydı.Ahmet İhsan Tokgöz hatıratında
anlatıyor ; “…Memleketi İngiltere’ye giden İngiliz büyükelçisi Lowther’i İstanbul’a döndüğünde
Sirkeci’de kalabalık bir güruh bekliyordu.Gençler,Lowther’i siddetli alkış ve sloganlarla
karşılamakla yetinmemişler,Büyükelçi arabasına bindiğinde, arabanın atlarını çıkararak kendileri
atların yerine geçmiş ve arabayı kollarıyla Sirkeci’den Beyoğlu’ndaki İngiliz Sefarethanesine kadar
çekmişlerdi.” (Ahmet İhsan Tokgöz – Matbuat Hatıralarım c1 İstanbul 1931 s.106)
Cihana hükmeden bir Milletin torunlarının düştüğü bu pespaye durumu şaşkınlıkla izleyen İngiliz
büyükelçisi Jöntürkleri, “Politik tecrübeden yoksun,aralarında birlik bulunmayan,iyi niyetli çocuklar
topluluğu olarak niteleyecekti.” ( Süleyman Kocabaş – İbretli Hatıralar – 1.baskı 2008 s.27)
Olayı Alman elçisi, ülkeye dönüşte aynı tezahüratın kendisine de yapılmasını talep etmekteydi.
Jöntürklerin ve Osmanlı aydınlarının bu derece kin ve nefretle gözlerini kör eden,yanlışla doğruyu,
ayırt edemez hale getiren neydi,hangi ruh halinin sonucuydu?
Mekteb-i Mülki (Siyasal Bilgiler Fakütesi) mezunu Servet-i Fünun edebiyatçılarından Ahmet İhsan
Tokgöz,o devirde düştükleri ruh halini şöyle tarif ediyordu; “Meşrutiyetin ilanına kadar Abdülhamid
idaresine kadar yüreklerimizde beslediğimiz derin kin,Sarayın sevmediği her şeyi bize sevdirecek
kadar cümlemizde acayip bir yanlış görüş yapmıştır…Britanya başbakanı William Gladstone
1880’lerin başında parlamentoda eline Kur’an-ı Kerim’i alıp Türkiye(Osmanlı) bu kitapla yürüdükçe
medeniyete zararlıdır demişti.Biz gençler,yanlış inançla ona hak vermiştik…Avrupalıların insaniyet ve
medeniyet hamiliği yapar görünüp Osmanlı Devletini parçalamaktan başka düşünceleri yoktu… Yani
bizler 1908 inkilabına bu gerçekleri görmeden ve anlamadan girmiştik.Mademki Meşrutiyeti ilan
ettik,artık Avrupa düşmanlığı keser ve biz de rahat rahat inkişaf ederiz (ilerleriz) sanmıştık.Ne ham
hayalmiş.” (Ahmet İhsan Tokgöz – Matbuat Hatıralarım – C.2 İstanbul 1931 s.55-57)
Osmanlı aydını,doğruyu da yanlışı da, Britanya (İngiltere) Başbakanı Gladstone’a göre belirlemişlerdi.
Gladstone, “Kur’an’ı Türklerin ellerinden almalı, onları Kuran’dan uzaklaştırmalıyız, Kur’an medeniyete
zararlıdır” demişti.Batılılar çok iyi biliyorduki, Batının sömürgecilik faaliyetlerine tek direnen kitle,
Kur’an’la bağını koparmayan Müslümanlardı. Batı sunduğu yaşam tarzıyla, insanların gözünü
bağlıyordu,yaptığı sömürgeciliğe direnilmesini engelliyordu,yapılan bir illüzyon,bir sihirdi.
Kur’an Hz.Musa’nın, firavunun sihirbazlarını etkisiz hale getirdiğini haber veriyordu.Hz.Musa ve Harun
(as)’a mağlup olan sihirbazların, hemen Alemlerin Rabbine secde ettikleri yazılıydı Kur’an’da.Bu
yüzden Kur’an,zararlıydı Batılılar için.
A.Fethi Okyar hatıratında, Batı’yı tanıyamadıklarına dair itiraflar yapar.Meşrutiyeti ilan ettiklerinde
her şeyin süt liman olacaklarını zannetmişlerdi.Meşrutiyetin ilanından sonra Balkanlar elden çıkar,
Bosna Hersek işgal edilir ve bunlar Avrupa’nın desteğiyle olur.Bu olanlar karşısında şöyle der Okyar ;
“…Halbuki bizlerin çoğu, Meşrutiyeti ilan edip parlamenter sisteme döndüğümüz zaman Avrupa’nın
elini uzatacağı zannında idik .”
(Üç Devirde Bir Adam A.Fethi Okyar – Hazırlayan Cemal Kutay – Tercüman yayınları 1980 s.28)
6
Jön Türklerin tek sermayesi,Abdülhamid’e duydukları nefretti.Koskoca Osmanlıyı yönetecek felsefe ve
kadroları yoktu.Bu gerçeği itiraf eden Fethi Okyar şöyle söylüyordu;
“Evvela Meşrutiyeti ilan ederek rejimi Mutlakiyetten şartlı demokrasiye çevirebilmiş olan İttihad ve
Terakki,iktidara sahip çıkmamıştı,çıkamamıştı.Çünkü ne hükümet etme felsefesi,ne kadrosu,ne
hazırlığı vardı.Meşrutiyet ilan edildiğinde Sadrazam olan Said Paşa,Sultan Hamid’e 7 defa,onun yerine
gelen Kamil Paşa ise 3 defa makama gelmiş kişilerdi.
Eski devrin kapandığına kendimizin de inandığımızı,onları yine ülkeyi idare edecek en değerli insan
sayma suretiyle kendimize karşı da itiraf etmiş oluyorduk.Halbuki ve şüphesiz ki,yeni devirleri yeni
insanlar temsil ederdi.” (a.g.e s.32)
Merhum Abdülhamid, kadrolara eleman bulmakta zorlanan İttihadçılara şu tarihi sözü söylemişti;
“ Öyle tahmin ediyorum ki, sizler daha bir müddet benim sadrazamlarımla memleketi idare
edeceksiniz” (a.g.e s 82)
Batı hayranlarının düştüğü yanılgı,kendi tarihine sırtını dönüp Avrupa’ya yanaşmakla, Batı’nın
kendilerine sahip çıkacaklarını zannetmeleriydi.Bu topraklar onların bu ham hayalinin cezasını
binlerce şehid vererek ve Osmanlı’nın paramparça olmasıyla ödedi. Abdülhamid,Batı’nın İslam
topraklarına olan politikasının iktidarlardan bağımsız ve hiçbir zaman değişmeyeceğinin altını çizerek
şunları söylüyordu;” Bunların (Avrupalıların),bize karşı esas siyasetleri değişmez.Belki kanaatleri
zamanın icapları olarak tahavvül etmiş (değişmiş) gözükür.Fakat o hadisenin tesirleri kayboldumu,
arzu,emel ve bunların tabii tatbikatı olan politikaları aynı mahiyeti alır.” (a.g.e s.97)
Üstad Cemil Meriç Umrandan Uygarlığa’da aynı konuya parmak basarak kulaklara küpe şu tespiti
yapar; “Bütün Kur’anları yaksak,bütün camileri yıksak,Avrupalı’nın gözünde Osmanlıyız.”
Abdülhamid merhumun yanında kimse yoktu,oğlu,yeğeni herkes karşısındaydı. Paşaların kimi İngiliz,
kimi Fransız kimi de Rusya yanlısıydı.Abdülhamid’in Osmanlıyı ayağa kaldırma çabası,hiç birinin
umurunda değildi. Prof.Haydar Kazgan Galata Bankerleri’nde,bir İngiliz tüccarın şöyle söylediğini
aktarır; “Türkiye (Osmanlı), adeta memleketin zararı pahasına zenginleşmiş olan birkaç paşa ile, elli
altmış tefeci ve sarrafın çıkarlarını sağlamak için varlığını sürdürmekteydi.”(a.g.e c1 Orion yayınları
2005) Bu cümle durumu özetliyordu.
Tarihçilerin ortak kanısı,Abdülhamid’in yanında ona destek veren dirayetli bir Sadrazam olması
halinde tarihin akışının bambaşka olabileceği yönündeydi.İbn Haldun,taraftarı,asabiyeti kalmayan bir
hanedanın/devletin varlığını sürdürmesinin mümkün olmadığını söyler.Yıkımın ardından oluşacak yeni
bir asabiyetle başka bir devletin kurulabileceğinden bahseder. Osmanlı’yı kuran irade ve asabiyet
kaybolmuştı, çöküntü mukadderdi.Her milletin bir ömrü vardı.(A’raf 7/34,Yunus 10/49, Hicr 15/ 5,
Müminun 23/ 43)
Abdülhamid muhalifi olan Jöntürk hareketi ve İttihad Terakki cemiyeti çok parçalı bir yapıya sahipti.
İçlerinde İslamcı,Milliyetçi,liberal,mason vs. tüm unsurlar vardı.Felsefeleri farklıydı, ortak noktaları ise
Abdülhamid muhalifi olmalarıydı..Böylesine birbirine aykırı bir hareketten toplum menfaatine hayırlı
bir sonuç beklemek, sosyolojiye aykırıydı.Yanlış ilaç alan bir hasta, iyi olamazdı.
Doğuda Ermenistan kurmak isteyen Ermeniler ve Kudüs’te Yahudi devleti kurmak isteyen Yahudiler,
red cevabı alınca onlar da Abdülhamid’in düşmanı oldular,İttihatçıların da dostu oldular.Ne acı bir
vakadır ki, ülkenin Padişahını hal için gelen 4 kişilik heyetten biri Ermeni,diğeri Yahudiydi. Jön
Türklerin faaliyetlerini kısaca hatırlayalım;
Avrupa başkentlerinde Ermenilerle yapılan görüşmeler çok sıkıntılı geçiyordu.İttihat içindeki
Milliyetçi,muhafazakar kanat bu görüşmelere pek sıcak bakmıyordu.Ermeni ve Jöntürklere karşı
harekete geçen Abdülhamid,pek çok tutuklamalar yapmış,1897’de Jöntürklerin İstanbul merkezi
çökertilmişti. Bu durum ortak hareket etmeleri yönündeki görüşleri artırdı.1896 yılı sonunda İstanbul
surlarında, Abdülhamid’den kurtulmak adına Müslümanları Ermenilerle birleşmeye çağıran afişler
7
görüldü. (Şükrü Hanifoğlu – Bir Siyasi Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük
1889-1902 c1 İstanbul 1985 s.217)
İş giderek çığırından çıkmaktaydı,1902’de Paris’te toplanan Jön Türklerin kongresinde Prens
Sabahattin başkan seçilirken,yardımcılıklarına da bir Ermeni ve bir Rum seçilmişti.(Troşag Bayrak
gazetesi şubat 1902-122)
Ahmet Rıza ve ekibi,Osmanlının kendi reformlarını kendisinin yapabileceğini savunurken,Prens
Sabahattin ve ekibi de Ermeni,Rum,Yahudi tüm muhalif gruplarla beraber çalışmanın gerekliliğini
savunuyordu. Yerel yönetimlerin yetkilerini artırıp Merkezi Yönetimin etkisini azaltacak “adem-i
merkeziyet (merkezin yokluğu)” görüşünü savunuyordu.(Jön Türk devrimi 1908-1909 ,Moskova 1977
s.42) İngilizler, ”üzerinde güneşin batmadığı Büyük Britanya İmparatorluğu” hayalindeyken, Prens
Sabahattin Osmanlıyı parçalamaya çalışıyordu.
Düşman olarak Abdülhamid’i gören Jön Türkler,düğmeyi baştan yanlış iliklemişlerdi. Abdülhamid’i
devirmeye hizmet eden her şeye deli gibi sarılıyorlardı,Jöntürkler Selanik Merkez olmak üzere
Balkanlarda etkiliyken Anadolu’da bir etkinliği ve taraftarı yoktu,Anadolu halkı Jöntürklere
soğuktu.Jön Türklerin Trabzon ve Erzurum’da hücreleri vardı. Ermenilerin desteğine çok önem veren
Jöntürkler, Erzurum’daki İttihad Terakki hücresinin yeyınlarını, Hınçak ve Taşnak komitecilerin
aracılığıyla Doğu Anadolu’da dağıtabileceklerini düşünüyorlardı.(Hanifoğlu a.g.e s.195) Tek hedef,tek
düşman vardı; Abdülhamid. Onu devirmek için vatandan toprak vermeye hazırdılar;
“1906’daki toplantıda Ahmet Rıza ve Dr.Nazım,Ermeni komitecilere Doğu’daki vilayetlerde özerklik
konusunu etraflıca müzakere etmeyi kabul edip uzlaşmaya hazır olduklarını bildirdiler.”(Isdepan
Sabah-Gülyan Badaskhanadunen(Sorumlular) Beyrut 1974 s.201-213)
1907 Paris kongresinde Jön Türkler ve Ermeni komiteciler,”Abdülhamid’in güttüğü iç ve dış
politikalar yüzünden ülke felakete sürüklenmektedir” mealinde ortak bildiriye imza attılar.(Troşag
gazetesi Ocak 1908 no.1 (189)). Jön Türkler ordu içinde çok etkiliydi.Şevket Süreyya Aydemir’in
tanıklığına göre, lll.ordudaki 7000 subaydan 5000’i İttihadçıydı. (Orhan Koloğlu İttihadçılar ve
Masonlar İstanbul 1991 s.45)
1908’de tam bir sarhoşluk hali hakimdi.Meşrutiyetin ilanı sonrası Talat ve Enver beyler,Ermeni
mezarlıklarını ziyaret ederek, Osmanlı askerinin kurşunuyla çatışmalarda ölen Ermeni çetecilerin
mezarlarını ziyaret ederek çiçek koymuşlar ve burada bir konuşma yapmışlardı. (Hasan Amca
Doğmayan Hürriyet 1908-1918 İstanbul 1958 s.18)
Ahmet İhsan Tokgöz hatıratında,Abdülhamid düşmanlığının onları düşürdüğü durumu şöyle tarif
eder; ”Türk aydınları Abdülhamid’in İngiltere’ye karşı gösterdiği güvensizliği, İngiltere lehine meyil için
en doğru alamet kabul etmişlerdi,derin bir galat-ı ruyete (görme bozukluğuna) uğramışlardı. O zaman
biz İngiltere’yi en hürriyetperver en insaniyetli idaresi sayıyorduk.Bu İngiliz muhabbeti yüzünden Boer
savaşında zavallı Boerlerin aleyhine ve İngiliz lehine koşuşuyorduk.” (Ahmet İhsan Tokgöz – Matbuat
Hatıralarım C1 İstanbul 1931 s.105).Günümüzde ABD’nin ”Demokrasi” vaadiyle yaptığı operasyonları,
o devirde İngiltere yapıyordu.
1905’te yapılan suikastten Abdülhamid’in sağ kurtulmasına, o dönemin şairi Tevfik Fikret üzüntülerini
ifade eden bir şiir yazıyordu.Osmanlı aydınının hiç biri, o bombalı suikastte 26 masum insanın
ölmesini konu bile etmiyordu.Abdülhamid’in sağ kurtulması en büyük üzüntüleriydi.
Jöntürkler Paris’te,Osmanlı’dan ayrılma hesabı yapan Sırp,Ermeni,Rum,Bulgar ne kadar grup varsa
hepsiyle toplantılar yaparken vatanı kurtaracaklarını söylüyorlardı.Merhum Abdülhamid hatıratında
şöyle diyor ; “Hem Osmanlı ülkesini parçalamaktan kurtarmak istediklerini söylüyor hem de onlarla
işbirliği, ahit birliği yapıyorlar.Anadolu’nun göbeğinde bir Ermeni devleti kurmak, vatanseverlikleri-
nin ispatı mı olacaktı?”( Abdülhamid’in Hatıra defteri – İ.Bozdağ – Kervan Yayınları İstanbul 1975 s.59)
8
Aykırı grupların dostluğundan hayır ummak,eşyanın tabiatına, akla, mantığa, sosyolojiye,tabii ilimlere
aykırı bir durumdu. A.Fethi Okyar hatıratında,tek hedefi gayri Müslim unsurlarla Abdülhamid’i
devirmek olan, ülkeyi yönetmek içinse hiç bir felsefesi ve hedefi olmayan İttihadçıların yol açtığı
yıkımı şöyle itiraf eder; “Milletlerin hayatında bazen yıllar,asırların getirdiklerini arkalarından
sürüklüyor. Bizim için 1908-1918 arası böyledir.Altıyüz küsür senelik İmparatorluğumuz, bu on yıl
içinde,onu kurtarmak gaye ve iddiasıyla tahtı değiştimiş olanların kucağında can verdi.” (a.g.e
s.545)
İbn Haldun “suyun suya benzediği gibi dün de bugüne benzer” demişti Dün bugüne ne çok
benziyordu. Dünün “Ermeni-Ermenistan” kavramının yerine, bugünün “Kürt-Kürdistan” kavramını
koyduğumuzda dün bugüne, suyun suya benzediği gibi benziyordu.
Felsefeleri ve sosyolojileri farklı grupların, ortak düşman üzerine kurduğu dostluk, o düşmandan
kurtuluncaya kadardı.Düşmandan kurtulduklarında kendi aralarında çarpışmaları kaçınılmazdı, böyle
dostluklar eşyanın tabiatına aykırıydı.Onlar içlerinde huzursuzdur,parça parçadır. “…Kendi aralarında
savaşı şiddetlidir.Sen onları toplu sanırsın.Oysa onların kalpleri dağınıktır.”(Haşr 59/14)
Hz.Mevlana’nın tespiti fazla söze hacet bırakmıyor ; “Köpeklerin kardeşliği, aralarına kemik atılana
kadardır”
İttihadçılar Abdülhamid’i devirip iş başına geldiğinde, İttihad içinden 3,4 fırka (parti) çıkmıştı.Fethi
Okyar durumu şöyle özetlüyordu ; “Sultan Hamid devrine son vererek Meşrutiyeti ilanla,bütün
dertlere şifa olacağına inanmış olanlar, önce kendi aralarında bölünmüşlerdi.”(a.g.e s.229).
İtilaf Devletlerinin desteğiyle Abdülhamid’i deviren İttihatçılar,Dünya Savaşında onlarla ittifak
yapamadı, daha doğrusu onlar bunu kabul etmedi.Onların hedefi,Osmanlıyı parçalamaktı.
Abdülhamid’i tahttan indirmeden Osmanlıyı parçalayamayacağını gören İtilaf Devletleri,Jön Türkleri
kullanarak Abdülhamid’i devirdiler.Almanlarla ittifak yapan İttihatçılar için İngiliz ve Fransızlar da artık
düşmandı.Savaş sonunda İstanbul’u işgal eden İngilizler,fellik fellik İttihatçıları arıyordu.İttihat
yöneticileri, Mondros Mütarekesinin ardından ülkeyi terketti.Ermeniler de intikam için “Nemesis”
adını verdikleri operasyon başlattılar. Yurt dışında olan S.Halim Paşa,Talat Paşa,Cemal Paşa,Bahaddin
Şakir gibi İttihad yöneticileri suikastle hayatını kaybetti.(Nemesis Operasyonu Eric Bogosian çev.
Önder Seçkin – Kalkedon yayınevi 2016)
Katille düşüp kalkan,katilin kurşunuyla can veriyordu.Su testisi su yolunda kırılıyordu.
Endüslüs’te kabilelerin silahlanarak, mevcut halifeyi devirme girişimleri devleti derinden sarsıyordu.
Kabilelerin her biri kendisinin üstün olduğunu düşünüyordu,iktidara ulaşmak için de en yakın dostları
Hristiyan güçlerdi. İzzetbegoviç,Endülüs’ün çöküşünü anlatır; “Müslüman İspanya’nın 11,12 ve 13.
yüzyıllardaki siyasi parçalanmışlığı, Arapların yenilmesine ve İslam’ın, Reconquista karşısında
gerilemesine yol açmıştır.Vakıa olarak Hristiyan Reconquista’nın en iyi müttefikleri,parçalanmış ve
birbirlerine düşman durumda olan Müslüman yöneticilerin kendileriydi” ( Aliya İzzetbegoviç
Özgürlğe Kaçışım – Klasik Yayınları – 2006 4.baskı s.331)
(Reconquista, Endülüs döneminde Hıristiyanlar tarafından İber yarımadasının Müslümanlardan
tamamen temizlenmesi ve adanın geri alınması çabalarına verilen addır. A.T.)
1492’de Endülüs’ün çöküşünün ardından Müslümanları çok büyük dram bekliyordu. Hristiyanlar,
Müslümanların İspanya’da yaşamasına izin vermediler,ya adayı terk edecekler ya da öldürüleceklerdi.
Ancak Hristiyan olmak şartıyla adada kalabileceklerdi ki,bunlara Morisko adı verildi.Hristiyan
olmalarını beyan etmelerine rağmen Moriskoların dramı bitmemişti,devamlı evlerine baskın verilip
domuz eti yiyip yemedikleri, evlerinde haç olup olmadığı kontrol ediliyordu.
Osmanlı elitlerinin Hristiyan Batıyı taklit ve onlarla işbirliğiyle iktidara gelmeleri,Osmanlı’nın başına
benzer sonuçları getirdi.Savaşa giren Osmanlı parçalandı.Savaş sonrası kurulan yeni yönetimle
Anadolu halkı, sanki Morsikoların durumuna düşmüştü. Müslüman halk, kendi ülkesinde,artık
9
Osmanlı’nın değil, Hristiyan Batı’nın kanunlarına göre yaşamak zorunda bırakıldı.Ezan ve Kur’an
yasaklandı.Evlere baskın yapılıp,Kur’an okunup okunmadığının kontrol edildiği zamanlar yaşandı
Endülüslü İbn Haldun “suyun suya benzediği gibi dün de bugüne benzer” demişti.Endülüs ve
Osmanlının başına gelenler,suyun suya benzediği gibi birbirine benziyordu.
MİLLETİMİZİN DÜŞMANLARINI DOST EDİNENLER, NE BİZDENDİR NE DE ONLARDAN…
Batılılar’ın stratejisi, bir düşman oluşturup dostlarıyla o düşmanı yok etmek üzerineydi.1880’lerde
İngiltere Başbakanı Kur’anı “zararlı” ilan etmişti. Osmanlı aydını da Batıyla aynı safta buluştu.
Firavunun sihirbazları Alemlerin Rabbine secde ederken,Osmanlı aydını Batı’ya secde eder haldeydi.
Onlar, vahyedilenden başka bir iftira,bir yalan söylendiğinde insanları dost ediniyordu.(İsra 17/73) .
Furkan olan Kur’an’ı rehber edinen Müminler için dost-düşman belliydi;
Bir mü’minin dostu,Allah ve Resul’ünü dost edinmiş,namazı kılan,rüku eden ve zekatı veren başka bir
mü’mindir.(Maide 5/55). Ehl-i kitap birbirinin dostu olduğu için, onları dost edinmek yasaklanmıştır.
(Maide 5/51)
Kur’an’da bu konuda 2 grup insan istisna edilmiştir;“Allah sizi, din hususunda sizinle savaşmayan ve
sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez…”
(Mümtehine 60/8). Bu fiilleri işleyenleri dost edinenler, zalim ilan edilmiştir. (Mümtehine 60/9)
Zalimlere dost ve yakın olmak, ateşe yakın olmaktır. ”Ve zulmedenlere meyletmeyin,sonra size ateş
dokunur.”(Hud 11/113). O zalimler ki,dünya hayatını ahirete tercih ederler,insanları Allah yolundan
alıkoyar ve Hak yolunun eğrilmesini ister.(İbrahim 14/3)
Şeytan,iman etmeyenlerin dostudur.(A’raf 7/27) Mü’minlerin apaçık düşmanı ise,şeytandır.(Fatır
35/6,Bakara 2/208,Yasin 36/60). Her Peygambere, insan ve cin şeytanları düşman kılınmıştır.(Enam
6/112)
İbrahim ve yanında bulunanlar,Allah’tan başkasını ilah edinenleri düşman ilan etmişlerdi ; “Biz sizden
ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız.Sizi tanımıyoruz.Siz bir tek Allah’a inancıya kadar, sizinle
bizim aramızda ebedi bir düşmanlık ve nefret vardır…” (Mümtehine 60/4)
Jön Türklerin yaşayışı, İslam tarihindeki Medine münafıklarını akla getiriyor. Medine’de yaşayan ve
Münafıkların başı olan Abdullah bin Übey,Hicretten önce Medine’ye kral olmayı planlıyordu belli bir
taraftarı vardı. Resulullah (sav) Medine’ye gelince bu düşüncesini ertelemek zorunda kaldı.Medine’de
Müslümanlarla yaşıyor,Müslüman gibi gözüküyordu,ama Medine’ye Kral olmak için Müslümanların
yenilmesi için uğraşıyordu,Müslümanlar ağır bir yenilgi aldığında Krallığını ilan edecekti. Mekkeli
müşrikler ve Medine’deki Yahudi topluluklarıyla yakın ilişki içindeydi. Resulullah (sav)’ın aldığı
kararları gizlice onlara bildiriyordu.Uhud savaşına giderken yolda bir bahaneyle 300 kişilik taraftarıyla
geri dönmüştü. Resul-i Ekrem(sav),Beni Nadir Yahudilerinin Medine’yi terk etmelerini istediğinde,
onlara haber göndererek Medine’yi terk etmemelerini istedi ve yardım vaadinde bulundu.
Abdullah bin Übey içeride de bozgunculuk faaliyetlerine devam ediyordu,Hz.Ayşe validemize isnat
edilen ifk (iftira) hadisesinin baş tertipleyicisiydi. Kendisi hakkında “…bu günahın (iftiranın) büyüğünü
yüklenen kimse için büyük bir azap vardır.” (Nur 24/11) ayeti inmişti.Bu münafık öldüğünde oğlu,
babasının namazının kılınmasını istemişti. Ancak “…onlar öldüğünde namazını kılma,kabrinin başında
da durma…” (Tevbe 9/84) ayeti inince Allah Resulü (sav) namazını kılmadı. (TDV İslam Ansiklopedisi
1988 1.cilt s. 188-189)
Onlar imandan çok küfre yakındılar,ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. (Al-i İmran 3/167)
Onların kalplerine iman yerleşmemişti.(Hucurat 49/14)
Osmanlı’nın gerilemesiyle, “kalplerinde hastalık olanlar ve kalplerine iman yerleşmeyenler” açığa
çıkmıştı.Onlar Batılıların ulaştığı haz ve zevkin peşindeydiler.Onlar için hayat,sadece bu dünya
hayatından ibaretti (Müminun 23/37). Ahireti önceleyerek Kur’an’a bağlı olan Mü’minlere karşı
10
tarifsiz bir kin ve nefret içindeydiler.Ne acıdır ki, yeryüzünün en azılı İslam karşıtları ve düşmanları,
yine İslam topraklarında yaşayanlar arasındaydı.Jön Türklerden günümüze değişmeyen anlayış,bu
topraklarda yaşayan İslam düşmanlarının, bu toprakların tekrar Kur’an’a dönmemesi için Batılı
dostlarını buraya davet etmeleri, onlardan medet ummalarıydı.
Dr.Rıza Nur hatıratında,Mısır’da bulunduğu sırada bir Fransız memurunun kendisine Prens
Sabahattin’den mektup getirdiğinden bahseder.Prens Sabahattin mektupta İstanbul’un işgalinden
bahsediyor ve Dr.Rıza’dan bir istekte bulunuyordu;
“Türkiye nasıl olsa bitmiştir.Fransız ordusu hücum edecek,İstanbul’a girecek.Bu zat ile söyleşiniz
beraber gidiniz.Bize bir vazife düşüyor.Halk mukavemet edip kırılmasın.Bizler halkı ikna edip
mukavemet ettirmeyelim.” (a.g.e s.461). Prens Sabahattin İsviçre’de yaşıyor ve Fransızlara çalışıyordu.
Jön Türklerin yaşadığı hayat,İbn Haldun’u bir kez daha haklı çıkarmıştı.İbn Haldun, “suyun suya
benzediği gibi,dün de bugüne benzer” demişti. Dünün Abdullah bin Übey ve taraftarlarının yerine
bugünün Jön Türkleri konulduğunda,suyun suya benzediği gibi dün de bugüne benziyordu.
Abdullah bin Übey ve Jön Türklerlerin ortak özelliği,sürekli bocalamalarıydı. Onlar daima iki arada bir
deredeydiler,ne onlardan ne de bunlardandılar. “Onlar (münafıklar), küfür ile iman arasında
bocalayıp dururlar. Ne bunlara (mü’minlere) ne de onlara (kâfirlere) bağlanırlar..” (Nisa 4/143)
“Allah’ın, kendilerine gazap ettiği bir kavmi dost edinenleri görmedin mi? Bunlar sizden de değildir,
onlardan da değildir. Kendileri de bilip dururken, onlar yalan yere yemîn ederler.”(Mücadele 58/14)
Mekkeli müşrikler, Kur’an okunurken ayetlerin dinlenmesini engellemek için de gürültü çıkarıyorlardı.
(Fussilet 41/26) Medineli münafık ve Yahudiler de gelen haberleri dinliyor,ama kelimeleri değiştirip
başka bir topluluğa aktarıyorlardı.Yani yalan söylemek için dinliyorlardı. Onların işi,yalan haber
yaymak ve haram yemek üzerineydi.(Maide 5/41-42)
Machiavelli Hükümdar adlı kitabında,”Yöneticiler zaman zaman yalan söyleyebilir,hatta
söylemelidir, bir konuda söz verip sözünden cayabilir,hatta caymalıdır.“ der.Yöneticilerin,
istediklerini elde etmek için yalana ve hileye başvurmaları gerektiğini söyler.Batı taraftarlarının
günümüze kadar ki anlayışları buydu.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud 11/112) ayetini düstur edinen Müminler, tarih boyunca
hedeften önce gidilen yolu öncelemişlerdi.Günaha dalmadan tutulan yol, “Sırat-ı Müstakim” idi.
AYAKLARINI SABİT TUTANLAR,ÖKÇELERİ ÜZERİ GERİ DÖNENLER VE PİSİN TEMİZDEN AYRILMASI …
İlahi kanun,Mü’minlerin bulunduğu hal üzere bırakılmaması, pisin temizden ayrılması üzerineydi. (Al-i
İmran 3/179) İktidarların güçlü olduğu zamanlarda, kalbi hastalıklı olanlar pek görülmez.Bunlar bir
zafiyet ya da mağlubiyet zamanlarında ortaya çıkar. Uhud savaşında mü’minlerin gösterdiği zafiyet,
başlarına bir musibet gelmesine yol açmıştı. Bu musibet,ağızlarıyla iman ettik deyip kalpleriyle iman
etmeyenleri de açığa çıkarmıştı; “İki topluluğun ( Uhud savaşında) karşılaştığı gün, başınıza gelen
musibet, Allah’ın izniyle olup müminlerin sebatını göstermek içindi. Münafık olanları da açığa vurması
içindi.” (Al-i İmran 3/166-167)
Kıble ayeti de çetin bir imtihandı.Kıble,Mescid-i Aksa’ya doğru iken,gelen ayetle Mescid-i Haram
(Kabe) tarafına doğru oluyordu.“Daha önce içinde durduğun Kâ’be’yi kıble yapmamız da şunun içindir:
Resul’ün izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım.” (Bakara 2/143)
Bu olay,münafıkların ortaya çıkıp “namaz bazen o tarafa bazen bu tarafa,bu nasıl iş” diye Müminler
arasında nifak çıkarmalarına yol açarken,bazılarının da geriye, eski dinlerine dönmelerine yol açmıştı.
11
Ebu Mansur El-Maturidi Tevilatül Kur’an’da, Resul (sav)’e tabi olduklarını söyleyenlerin iki grup
olduklarını söyler. ”1.grup, çıkarlarına ters düşmediği için (günümüz tabiriyle konjonktür gereği),
2.grup da, Resul (sav)’ün Allah’tan gelen bir hak,bir gerçek olduğunu bildikleri için O’na uymuşlardı.”
(Ebu Mansur el Maturidi Tevilatül Kur’an – çev.Bekir Toplaoğlu – Ensar Yayınları 2018 c1 s.292)
Başa gelen çetin bir sınav,bu grupların ortaya çıkmasına yol açıyordu,pisi temizden ayırıyordu.
İslam’ın 500 yıl sancaktarlığını yapan Osmanlı’da da şüphesiz münafıklar,kalbi hastalıklı olanlar vardı
ve bunlar muhakkak açığa çıkacaktı.Resul(sav)’ün izinden gidip ayaklarını sabit tutanlar da açığa
çıkacaktı.Osmanlı’ya kadar nice hanedanlar, devletler geldi,geçti.yerlerine yenileri kuruldu,İslam
Medeniyeti kaldığı yerden devam etti.Ancak bu sefer farklıydı. Osmanlı çöküşe geçtiğinde,okumuş ve
adına aydın denilen kesim, tarihine sahip çıkmıyordu,sistemin devamında sıkıntı vardı.Fransız
ihtilalinden beri Avrupa’da egemen olan Sekülarizm yani dünyevileşme, Osmanlıyı da etkisi altına
almıştı.
Allah’ı anmak,sabır ve namazla Allah’tan yardım istemek bazılarına ağır geliyordu. Çünkü bunlar,
Allah’a boyun eğenden başkasına ağır geliyordu.(Bakara 2/45).
Aydınlar, sınırı olmayan zevk ve sefanın peşindeydiler.Said Halim Paşa onları şöyle tarif ediyordu;
“Batılılaşmış aydınlarımızı kendi cemiyetlerinin nizamını reddetmeye sevkeden şey,esaslı bir bilgi
araştırma neticesi değildir.Kendilerinin batılılaşmış olmaları ve maddi zevklere karşı sınırsız bir hırs
içinde bulunmalarıdır.” (a.g.e s.257)
Osmanlı aydını,rahat bir hayata yönelmeyi tercih etmişti. Alia İzzetbegoviç,Osmanlı’dan Cumhuriyete
geçişte fazla zorluk çekilmemesini bu rahatlık duygusuna bağlar.O’na göre,nefse ağır gelen
sorumlulukları terk edenler, Cumhuriyet yaşamına adapte olmakta fazla zorluk çekmezler,yeni yaşam
biçimi onlara hafif gelir.
Kur’an’ı ilerlemeye mani gören Aydınlar, ”şimdi sana (sorumluluğu) ağır bir söz bırakacağız “
(Müzemmil 73/5) ilahi emrindeki sorumluluğu yüklenmeyi değil rahatlığı tercih etmişlerdi.
Osmanlı dağılmak üzereydi ve çetin bir sınavdan geçiyordu,ya sistem kaldığı yerden devam edecek ya
da Batılıların istediği yaşam biçimine geçilecekti.Bu ağır seçim,Resul’ün izince gidenleri ve gerisin
geriye dönenleri açığa çıkaracaktı,pisi temizden ayıracaktı.
(BATICI) AYDINLARIN İSLAM TOPLUMUNA YIKICI ETKİLERİ
Batı taraftarlarının ilk yıkıcı icraati Abdülhamid’i devirmek oldu.Ancak zaman geçtikçe anlaşıldı ki asıl
hedef Abdülhamid değildi,hedef Osmanlı’nın tüm kurum ve değerleriydi
Batı’nın peşinden koşan aydınların,toplumda iki tür yıkıcı etkileri vardı: 1)Toplumu, İslamdan ve İslami
değerlerden hızla uzaklaştırıyorlardı.Bunun nedenini şöyle açıklar Said Halim Paşa; “Batı Medeniyeti-
nin tesirleriyle meydana gelen ve günümüzde Osmanlı Rönensansı-Osmanlı uyanışı diye adlandırılan
hareket, ikinci bir İslam’dan uzaklaşmadır.Memlekete Batı taklidi müesseseleri ve onlarla beraber
Avrupalı telakki ve esasları getirirsek,Avrupa hükümetlerinin sevgilerini kazanmaya,eski düşmanlık-
larını hafifletmeye ve bencilliklerini yumuşatmaya muvaffak oluruz sandılar.Bu zanna kapıldıktan
sonra,memleketi İslam’dan uzaklaştırmak mecburiyetinde olduklarına inandılar.” (Buhranlarımız
s.206-207)
2) Nasıl ki Batılılar Müslümanların zenginleşmesini istemiyorsa,Batıcı aydınlar da istemiyordu.Bu
milletin fakir ve Batıya muhtaç kalması için akıl almaz işler yapıyorlardı.Batıcı aydınların bu yıkıcı
etkilerini şöyle anlatır S.Halim Paşa ;
“…Yabancıların baskılarına bir de aydın baskısı eklenmiş olması, Müslüman milletlerin hayat şartlarını
tahammül edilmez bir raddeye getirmekte,düşüşü ve gerilemeyi kat kat tehlikeli bir hale koymaktadır.
Bu hal devam ettiği müddetçe de aydın tabaka,bütün bilgi,mantık ve düşüncelerine rağmen,mühim
hiç bir yenilik getiremeden sadece mevcudu yıkmakla kalacaktır.Bu yüzden ilerleme yolunda
12
Müslüman milletler tarafından sarfedilecek bütün emekler kısır kalmaya mahkumdur.İşte İslam
aleminin bugünkü geriliği tamamiyle bu şekilde meydana gelmişitir.”(a.g.e s.162)
Batılılar toplumları manipüle etmek için, şu temel prensibi takip eder; “Rakibini,kendi yaptığın gayri
meşru eylemlerle suçla,rakibin yapmış gibi itham et.Kendi olumsuz sıfatlarınla karşındakini suçla.”
Abdülhamid, hiçbir katliam yapmamış,kan dökmemişti,ama kızıl sultan olmakla suçlanıyordu. Çağdaş
Batı o tarihlerde,Afrika’da kan dökme peşindeydi.1880’lerde Belçika, Kongo’da kauçuk ve madenlere
el koymalarına direnen 10 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuş,tembel gördükleri işçilerin
ve yakınlarının ellerini kesmişlerdi.Ülke nüfusu yarıya düşerken milyonlarca insanın elleri,kolları
kesikti.Bu vahşeti yapan Batı, , Abdülhamid’i kan dökücü anlamına gelen kızıl sultanlıkla suçluyordu.
Ermeniler de, doğu ve güney doğu Anadolu’da masum insanımızı katlediyordu. Tüm bunlar
yaşanırken,”kızıl sultan” olduğuna inanılan kişi ise, Abdülhamid’di.
S.Halim Paşa,Batı’lıların kurduğu okullarda eğitim gören Aydınların asıl vazifelerini şöyle anlatır;
“Aydınlar, Batılıların kurdukları müesseselerde okumuşlardı. Bu müesseseler, İslam dünyasının ebedi
olarak Batı’nın siyasi ve iktisadi baskısı altından kurtulamamasını sağlamak için kurulmuşlardır.
Bunların gayelerinin,Müslümanlar üzerinde,Batı’nın manevi ve ruhi tesirini hakim kılmaktan başka bir
şey olmadığı herkesçe malumdur.” (a.g.e. s.252)
Misyonerler,okulla geliyordu Osmanlıya.Bunlar arasında Robert Koleji’nin ayrı bir önemi var.1863’te
iki Amerikalı tarafından kurulan Robert Koleji daha sonra ikiye ayrılmıştı.Lise bölümü Amerikan
Robert Lisesi olarak faaliyetine devam ederken,Yüksek öğrenim veren bölümü ise, 1971’de Boğaziçi
Üniversitesi olarak kurulup Türk Hükümetine devredildi.Mesleki gelişimle birlikte Amerikan
değerlerini benimsemiş insan yetiştirmeyi hedefleyen Üniversite, tamamen kapalı devre çalışıyordu.
Üniversiteye,bu okuldan mezun olanlar Profesör ve Rektör oluyordu. Dışarıdan ya da Amerikan
sistemine göre yetişmemiş olanların Rektör yapılması halinde,özgürlük vs.gibi bilindik lakırdılarla
olaylar çıkıyordu.
Batıcı aydınların hareket tarzı,Kur’an’la amel eden Müslüman halkı irticacı,gerici,yobaz vs. lakaplarla
aşağılamalarıydı.“İlerici ve aydınlanmış” bu kitlenin yüklendiği misyon, yapılmaya çalışılan işlere engel
olmaktı. “İslamiyet ilerlemeye manidir” diyen Batıcılar,ilerleme hamlelerine taş koyuyorlardı.
Gerici,yobaz gibi nitelemeler tam da onlara yakışan sıfatlardı.
Yakın tarihimizi biraz hatırlayalım;
Nuri Demirağ,1886 Sivas’ta doğmuştu.Osmanlı’nın son zamanlarında tüccarlık yapıyordu,bazı
girişimleri vardı.Cumhuriyet döneminde de demiryolu müteahhitliğinde bulundu ve Anadolu’da
demiryolu hatları döşedi.Çok istekli ve arzuluydu, İstanbul’a Boğaz köprüsü yapılması için de bir proje
başlattı.San Fransisco’daki köprüden esinlenerek 1934’te çok ciddi emekle yaptığı proje,Hükümet
tarafından onaylanmadı,köprü yapılamadı.Yılmadı,bu sefer de Uçak yapımı işine girdi.İstanbul’da bir
atelyede yaptığı uçakları Yeşilköy(Atatürk) havaalanında test ediyordu.Uçaklar, Dünya Havacılığı
Yolcu Uçakları A sınıfına alındı.İlk siparişi THK’dan aldı,deneme uçuşları başarılıydı. THK tarafından
siparişi alınan uçağın tekrar Eskişehir’e uçması istendi.Ancak Demirağ’ı Eskişehir’de kötü bir sürpriz
bekliyordu.Eskişehir havaalanının etrafına çok büyük hendekler kazılmıştı,ancak bu durum pilota
bildirilmemişti.Uçak inişe geçtiğinde pilot hendeği göremedi ve uçak düştü,pilot da kurtulamadı.Bu
olaydan sonra tüm siparişler iptal edildi.Mahkeme kararıyla uçakların yurtdışına satışı da yasaklandı.
Yurdışından sipariş alıp uçakları yapan Demirağ,,bunları satamadı ve yaptığı uçakları hurdacıya
sattı.Zamanın Devlet adamlarına yaptığı başvurulardan hir sonuç alamadı. Satış yapamayan Demirağ
fabrikayı kapattı. (Kaynak, Semih İncegöz, “Türkiye’nin İlk Uçak Fabrikasını Kuran Adam Nuri
Demirağ”, Aksiyon Dergisi, 15.06.1996, “Hayallerden Gerçekler Yapan Adam: Nuri Demirağ”, Çelebice
Dergisi, Aralık 2009)
13
Nuri Killigil,İstanbul 1889 doğumluydu,askerdi.Nuri Paşa,1.dünya savaşında Kafkas cephesinde
savaşmıştı,Enver Paşa’nın kardeşiydi.Mondros Mütarekesinden sonra Almanya’ya giden Nuri Paşa
1938’de ülkeye döndü.Bu dönemde yatırımcı ve sanayiciydi.İstanbul’da madeni eşya üretimine
başladı,sonraları bunun yanında havan ve havan mermisi üretmeye başladı.Yani silah ve mühimmat
üretiyordu.Bu üretimi açıktan değil gizliden yapıyordu.Fakat birileri onun silah ve mühimmat
üretmesini istemiyordu.1949’da fabrikada peş peşe büyük patlamalar oldu.Patlamanın tesiri çok
büyüktü,tesis yok olmuştu.Nuri Paşa’nın cesedinin parçası dahi bulunamadı,boş bir tabutla cenazesi
defnedildi. (https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/yerli-ve-milli-silah-sanayisinin-temellerini-atan-isim-
nuri-killigilpasa) (23 Mart 1949 – TBMM Meclis Tutanağı)
Dr.Rıza Nur hatıratında,Türkiye’nin hiç bir zaman bir sanayi ülkesi olmaması gerektiğini, olmayacağını,
ancak bir tarım ülkesi olarak kalması gerektiğini yazar. Attila İlhan,”Hangi Batı” adlı eserinde
Batılıların bize sunduğu modelin, endüstrileşmeyi sağlayan değil,engelleyen bir model olduğunu
söyler.
Batılılar,bu ülkede sanayinin “Batı sermayesi ve know-how/patentle” yürümesini istiyorlardı.
Türkiye’nin, daima Batı’nın gerisinde kalması ve Batı’ya muhtaç olması isteniyordu.Batı’nın bize biçtiği
model,”Batı sermayesiyle güçlenmiş zengin iş adamları ve fakir bir halk” idi.Bu düzenin
bozulmamasını da, Batı’nın “ilerici ve aydınlanmış” Türkiye’deki temsilcileri sağlıyordu. 1960’larda
yerli bir girişim olan “Devrim Otomobili” aynı temsilciler tarafından sonuçsuz bırakılmıştı.Yerli
mühendis ve işçiyle yapılan otomobil yolda kalınca,Medyada bu durum olumsuz yansıtıldı ve konu
çarpıtıldı.Kamuoyu baskısıyla bu işten hemen vazgeçildi,otomobiller çürümeye bırakıldı. Görevli
mühendisler,bu iş için harcanan para boşa gitti diye vatan hainliğiyle suçlandılar ve evlerinden
çıkamaz hale geldiler.1871’de Amerikalı Wright kardeşler ilk uçaklarını yaptıklarında uçak havada 11
saniye kalmış,40 metre uçabilmişti.O zaman bu başarı, havacılıkta bir çığır olarak kabul edilmişti.
1930’larda İstanbul’a yapılamayan köprü, 1970 lerde yapılmak istenince, Batıcılar, “bu köprüden kim
geçecek” diye engellemeye çalışmışlardı.Keban barajı,GAP Projesi de hayati hamlelerdi.Batıcılar bu
sefer de, “kurbağalara göl mü yapacaksınız?” diye mani olmaya çalışmışlardı.Tarih boyunca, yol,köprü
ve su ile ilgili faaliyetler,büyük medeniyet hamlelerinden sayılıyordu.
1990’lı yıllarda Sabancı ailesi Toyota firmasıyla ortak yatırım yapmıştı,yerli otomobil için de çalışma
yapılmaktaydı.İşin başındaki isim Özdemir Sabancı 1996’da suikastle hayatını kaybedince, Sabancı
ailesi otomobil üretim işinden ayrıldı.
ALLAH’I ANMAK YA DA UNUTMAK,NİMET YA DA GAZAP,TARİHİN TEKERRÜRÜDÜR.
Peygamberleriyle arası uzayan İsrailoğulları Allah’ı anmayı unutmuş,kalpleri katılaşmıştı.(Hadid 57/16)
Kalpleri katılaşan İsrailoğulları, canlarının istemediği bir şey getirdiğinde Resulleri ya yalanlıyor ya da
öldürüyorlardı.(Maide 5/70)
Cenab-ı Hak içki ve kumarın, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoyduğunu bildiriyordu müminlere.
(Maide 5/91) Tarih kitapları,Çanakkale savaşına katılan Kudüs Müftüsü Emin el Huseyni’nin,
İttihatçıların çadırlarda çengi alemlerini gördüğünde duyduğu hayal kırıklığından bahseder. İslam
ümmetinden Allah’ı anmayı unutanlar, İsrailoğulları gibi davranıyordu Kalpler katılaşmıştı.
Allah’ı anmak,Allah’tan başka ilah olmadığını kabul ve itiraf etmektir,bu haliyle büyük bir nimettir.
Merhum Elmalılı Fatiha suresini tefsir ederken, Allah’tan bir nimet isteyip ona kavuşmanın küçük bir
iş olduğunu söyler.Nimete ulaşıldığında devamının bir garantisi yoktur.”Aslolan nimete kavuşmak
değil,nimetin tadını bulmaktır, o nimetin elde ediliş yoluna ulaşmaktır.” der.İnsan bu şekilde nimete
bir kere değil, pek çok kereler ulaşabilir.Sırat-ı müstakım (doğru yol)’a ulaşmak,nimet verilenlerin
yoluna ulaşmaktır.(Fatiha 6-7)
14
Mal,mülk,geçim vasıtaları gibi nimetler,mümin,kafir ayırt edilmeksizin verilirken (Bakara 2/126),
mü’minleri arındıran,Kitabı ve hikmeti öğreten Resul(sav),mü’minlere nimet olarak gönderilmişti.(Al-i
İmran 3/164). Ki o Resul(sav), “,..bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor…” (Fussilet 41/6)
demişti.
Hz.Adem’in,Hz.Nuh’la beraber gemiye binenlerin,Hz.İbrahim ve İsrail (Yakub)’in soyundan gelen
Peygamberler, bir nimet olarak gönderilmişti.(Meryem 19/58).Sonra gelenler nesiller,Allah’ı anmakta
gaflete düştüler, namazı önemsemediler,tutkularının peşinden gittiler ve gazaba uğrayanlardan
oldular. (Meryem 19/59) Firavuna gönderilen Hz.Musa ve Harun (as)’a verilen öncelikli emir,Allah’ı
anmak üzerineydi. ”Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve beni anmakta gevşeklik göstermeyin.” (Ta Ha
20/42)
Allah’a ve Resul’üne itaat edenler,Allah’ın kendilerine nimet verdiği Nebiler, Sıddıklar,Şehidler ve
Salihlerle beraberdi.(Nisa 4/69)
Tarih boyunca her millet kendinden öncekilere uymaktaydı.Her milletin bir geçmişi,bir tarihi vardı.
Mü’minlere, İbrahim Milletine tabi olmaları edilmişti.(Al-i İmran 3/95) Hz.İbrahim Cenab-ı
Hak’tan,onu ve neslini putlardan uzak tutmasını (İbrahim 14/35) ve namazı devamlı kılanlardan
eylemesini niyaz etmişti.(İbrahim 14/40)
Osmanlı aydını,nimet verilenlerin yolunu bırakıp,ehl-i kitabın,gazaba uğrayanların yolunu tutmuştu.
Osmanlı nimeti müminlerin elinden kayıp gitmişti. Ebu Mansur el Maturidi, Tevilatül Kur’an’da,Enfal
53.ayeti tefsir ederken, insanlardaki değişimin iki şekilde nimetin elden çıkmasına neden olacağını
ifade eder; “Birincisi,eğer insanlar bu nimetin şükründen kaçınırlarsa Allah bunu değiştirir ve onu
ellerinden alır.İkincisi Peygamberleri yalanlamaları,kitapları reddetmeleri, İslam ve tevhidi bırakıp şirk
ve küfrü tercih etmeleridir.” (Ebu Mansur el Maturidi Tevilatül Kur’an – çev. Dr.Fadıl Ayğan – Ensar
Yayınları 2018 cilt 6 s.265) Resul(sav)’in kendisi bir nimet idi.(Nahl 16/83) Resul’e muhalefet edip
müminlerin yolundan başka bir yol tutmanın sonu ise, ateş idi.(Nisa 4/115)
İblisin vaadi,şükürsüzlük üzerineydi.Allah’a isyan edip huzurdan kovulurken insanoğluna vaadini
söylüyordu ; “…onların(insanların) çoğunu şükreder bulamayacaksın..”( A’raf 7/17) Cenab-ı Hakkın
vaadi ise, “Andolsun, şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım.” (İbrahim 14/7). idi.
Batı’ya meyleden Aydınların Allah’ı anmakla,şükürle bir işleri yoktu.Toplumu felakete sürüklediler,hiç
biri hayırla anılmıyor. Hz.İbrahim Cenab-ı Hak’tan,insanlar arasında hayırla,doğrulukla yadedilmeyi
istemişti. (Şu’ara 26/84). Cenab-ı Hak, insanlar arasında ona güzel bir nam bırakmıştı.(Saffat 37/108)
Allahu Teala,Hz.İbrahim’i insanlara imam,önder kılacağını ahdetmiş,söz vermişti,ancak zalimler bu
ahde erişemeyekti.(Bakara 2/124)
Lokman(as) oğluna,“Oğulcuğum şirk,en büyük zulümdür.” (Lokman 31/13) diye öğüt vermişti. Allah’ın
kanununa göre hüküm vermeyenler de “zalimler” olarak nitelendiriliyordu. (Maide 5/45)
Müslümanlar iki seçimle muhataptılar.Allah’ı anmakla nimet verilenlerin yoluna ulaşmak ve nimete
kavuşmak ya da Allah’ı unutup ehl-i kitabın,gazaba uğrayanların yoluna girmek ve gazaba uğramak.
Bu seçime göre tarih tekerrür etmekte. ”İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” (Necm
53/39)
Allah’ım bizi,doğru yola,nimet verdiklerinin yoluna ilet.(Amin) (Fatiha 6,7)
Ahmet Temel
ahmettemel611@gmail.com
İzmir / kasım 2021
15
KAYNAKLAR
Cemil Meriç – Umrandan Uygarlığa – iletişim yayınları – 2018 27.baskı
İbn Haldun Mukaddime 1- Çev. Dr. Arslan Tekin – ilgi kültür sanat yayıncılık- 2018 4.basım
Said Halim Paşa – Buhranlarımız – İz yayıncılık 1991
Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü – Ümit Meriç Yazan – İnsan Yayınları 1992
İbni Teymiye – Sırat-ı Mustakim – Pınar Yayınları – 5.baskı 2006
Süleyman Kocabaş – İbretli Hatıralar – 1.baskı 2008
Ahmet İhsan Tokgöz – Matbuat Hatıralarım c1 İstanbul 1931
Üç Devirde Bir Adam A.Fethi Okyar – Hazırlayan Cemal Kutay – Tercüman yayınları 1980
Elmalılı Hamdi Yazır – Hak Dini Kur’an Dili – Azim Dağıtım 1992 c3
Aliya İzzetbegoviç – Özgürlüğe Kaçışım – 2006 4.Baskı – Klasik yayınları
Haydar Kazgan – Galata Bankerleri cilt1- Orion Yayınları -2005 2.baskı
Attia İlhan – Hangi Batı 2.baskı – Bilgi Yayınevi – İstanbul 1976
İmam Gazali El Munkizü Mined Dalal – çev.Salih Uçan – Kayıhan yayınları – ekim 2019
Hayat ve Hatıratım Dr.Rıza Nur Kendini Anlatıyor – Abdurrahman Dilipak – Cilt1 1992 – İşaret yayınları
Şükrü Hanifoğlu – Bir Siyasi Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük 1889-
1902 c1 İstanbul 1985
Troşag Bayrak gazetesi şubat 1902
Orhan Koloğlu İttihadçılar ve Masonlar İstanbul 1991
Isdepan Sabah-Gülyan Badaskhanadunen(Sorumlular) Beyrut 1974
Abdülhamid’in Hatıra defteri – İ.Bozdağ – Kervan Yayınları İstanbul 1975
Nemesis Operasyonu Eric Bogosian çev. Önder Seçkin – Kalkedon yayınevi 2016
Ebu Mansur el Maturidi Tevilatül Kur’an Ensar Yayınları 2018
Semih İncegöz, “Türkiye’nin İlk Uçak Fabrikasını Kuran Adam Nuri Demirağ”, Aksiyon Dergisi,
15.06.1996
Hayallerden Gerçekler Yapan Adam: Nuri Demirağ, Çelebice Dergisi, Aralık 2009