MÜLTECİ OLMAK NE YANA DÜŞER USTA?
Akla düştü mü bir kere sorular, şüpheler,
Çıkmaz zihinden, gönülden bu düşünceler.
lar, ler, ler…
İsmet Özel’in dediği gibi; “Desem Öldürürler Demesem Öldüm”
Hiç mülteci olmak nedir düşündünüz mü?
Kendi yurdundaki her şeyi bırakarak başka yurtlar edinmek zorunda kalmak.
Sıfırdan başlamak ya da yeniden düzen kurmak.
Duygu dünyasında yaşanan zorluklar da dahil olmak üzere her türlü sıkıntıya göğüs germek,
Belki aşağılanmak,
Belki horlanmak,
Belki burun kıvrılan olmak,
Aç kalmak, susuz kalmak,
Evlattan, anneden, babadan ayrı kalmak,
İlle de dışlanmak,
Uzaylı muamelesi görmek,
‘Neden geldin’ duygusunu iliklerine kadar yaşatanların salvolarına maruz kalmak.
mek, mak, mak…
Özellikle etrafımızda gördüğümüz yüzlerce, hikayelerini duyduğumuz ve haberdar olduğumuz binlerce Suriyeli kardeşimizin yaşadığı duyguları empati kurarak hissettik mi?
Sahip olunan her şey bir anda hiçbir şey haline geliyor ve yaşamak için tek düşünce ya kaçıp canını kurtarmak ya da kalıp savaşmak oluyor.
Yani insanın doğasına yerleştirilmiş en temel duygu, yangından önce son çıkış; “Tehlike durumunda Kaç ya da Savaş”.
Mülteciliğin zorluklarını anlatsanız, yaşayanlardan dinleyip yazmaya kalksanız ciltlerle kitap olur.
Hasılı Suriyeli kardeşlerimizin hikayesi Şam’dan İstanbul’a yol olur.
Her toplumda olan üç-beş aykırı insanı örnek alıp toptan yargılama yapmayalım. Etrafımızda duyduğumuz olumsuz söylemlere de mümkün oldukça sağır olalım. Yangını söndürmeye meyilli olalım, körüklemeyelim.
Peki mülteci olmak ne yana düşer?
Hicret eden değil iltica eden,
Muhacir değil Mülteci olmak!
Kucak açılan değil sığınmak zorunda kalmak,
Ensarla hemhal olmak değil soğuk, ruhsuz, yekvücut aile sıcaklığından uzak bir dünyaya mecbur kalmak.
mak, mak, mak..
Ne evvel zaman ne de kalbur saman içinde değil daha düne kadar bu toprakların kalbi tek atıyor, mağribdeki üzülürken şarktaki de üzülüyor, şimalden cenuba seslenildiğinde ‘buyur kardeşim!’ diye cevap geliyordu.
Kurduğumuz medeniyetin ufku alemlere eş idi.
Biz ne zaman ayrı gayrı olduk da birbirimize göç edince Mülteci olduk.
Daha düne kadar İstanbul’dan yola çıkıp Halep ve Şam’a, oradan Bağdat’a, Filistin’e, Kudüs’e, San’a’ya Malatya’ya gider gibi giderken, Abdülhamit’in kalbiyle tüm Anadolu’nun, Afrika’daki, Asya’daki, Balkanlar’daki Müslümanların kalbinin birlikte attığı günlerden bu günlere ne zaman geldik.
Peki neden bu kadar çabuk kabul ettik binanın tuğlalarının yıkılmasını,
Neden çabuk alıştık bu yabancılaşmaya,
Neden çabuk sevdik biz bu yalnızlığı.
Peki tekrar bir araya gelebilir miyiz, bize dayatılan makus talihimizi yenebilir miyiz düşüncesiyle gece gündüz çalışan, üstümüzdeki külleri atmaya çalışan, bir tarihi eser çalışması hassasiyetiyle tırnaklarıyla kazıyarak kaybolan medeniyetimizin izinden giden, ortaya çıkarmaya hayatını koyan insanları, kuruluşları, cemiyetleri vs. engellemeye ne zaman hevesli olduk, günlük politikalara boğduk da gözümüz camdan duvarın ötesini göremedi.
tik, tuk, dik, duk…
Tık tık tık…
Haydi uyan artık.
Şafak sökmeden gel
Saf’a dur Hakk’a yönel
ve korkma, olma kendine engel
Güneş doğunca,
Kalma karanlıkta.
Katıl sen de geç kalma
Bu kervana, bu hayra…